Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine

Tarih yazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur.

Tarih cilveli, hürriyet efsunkâr, zulüm kurnazdır.

Dinin toplumları dönüştürücü rolünün tükendiği ve (Batı eksenli) modernleşmenin sekülerleşme ile birlikte kaçınılmaz bir gidişat olduğu fikriyle hareket eden sosyal bilimler yüzyılın sonuna doğru bu anlatıdan vazgeçti. Bu sefer ulus-devlet modelinin ve ulusçuluğun toplumları şekillendirmekteki başat rolünün tükendiği ve küreselleşmenin yarattığı ulus ötesi oluşumların tarihin kaçınılmaz yönü olduğu gibi yeni bir anlatıya savruldu.


Vatan mefhum mudur? Mevhum mu? “Vatanı tayin eden madde birkaç bin mazlumun kanı veya birkaç rical-i devletin(devlet adamı) kalemiyle çizilmiş bir hatt-ı mevhumdan ibaret değil midir?”

Namık Kemal

Mevhum: gerçekte olmayıp var sanılan, var diye düşünülen
Mefhum: kavram

Vatan şairinde coğrafyası pek mazbut olmayan vatan giderek, Çanakkale Savaşı’ndan sonra, “Türkiye” ve “Anadolu” adlarını almıştır.

Daha önceleri vatan sevgisi sadece insanın doğduğu köy veya kasabaya duyduğu muhabbetten öteye gitmez miydi?

Ortaçağ Türkleri, ve muhakkak başka birçok kavmin insanları, ezeli ve ebedi bir “il” fikrini doğallaştırmayacak kadar hareketliydiler.

Tam da üzerine oturduğu semantik zeminin bu kayganlığı yüzündendir ki, vatan-yurt konusu “eskiden şunu anlarladı” diye yekpare bir “modernlik-öncesi”ne indirgenemez.

Lahmacun, viski, takunya gibi kelimeler üzerinden nice yolu var biz demenin ve onlar demenin.

Yoğurdun bir zamanlar uyandırdığı köylü, taşralı, kaba saba rüstik çağrışımları yerine şimdilerde, bilhassa son 20-25 yılda Batı dünyasında üretilir ve tüketilir olmasıyla, sağlıklı diyet ve kentli yaşamının vazgeçilmezi gibi anlamlar kazanmış olması, kimliklerin ve kimliğe işaret eden gösterenlerin esnekliği üzerine çok şey söyler.

Fas Elçisi el-Temegrüti 1589’da geldiği İstanbul’da selatin camilerini karşılaştırması: Bir başka tarzda olduklarının farkındadır, kadim bir mabet olarak bildiği Ayasofya’ya benzediklerini düşünür. Şimdiki niteliksiz mimarinin cami yaparken her bulduğu fırsatta Mimar Sinan’ın yapılarına benzer bir şeyi betona dökmesi de “Biz kimiz” sorusuyla ilgili değil mi?

Diyarı-ı Rum, Balkanları ve Anadolu’yu kapsayan, ya da belki Tuna’dan Fırat’a kadar uzanan demeli, ve modern çağlarda adını koymakta zorlandığımız bir “yer”. Osmanlı Devleti’ni bir Anadolu (büyümüş sonra küçülmüş Türkiye) yahut bir Ortadoğu devleti olarak görme ve anlatma eğilimi, o “yeri” bırakın anlamayı, görmemizi bile engelliyor. Hele Ortadoğu Osmanlı coğrafyasına o kadar yabancı bir kavram ki.

Yer olarak “Rum” her açıdan ve her dönemde aynı yer değildir. Ayrıca fiziki, siyasi ve kültürel coğrafyalar her zaman örtüşmez.

Gerçek her zaman “ortayı bulmak” değildir.

Bir yer ismi olarak “Rum” kelimesi dar anlamıda “Sivas-Tokat-Amasya” havalisini içeren ve önemli ölçüde Danişmendli topraklarıyla örtüşen bir eyaletin adıydı.

Selçuklu seçkini ya da Türkmen kökenli beylerin yönetiminde rekabetçi girişimler ortaya çıkmıştı ve bunlardan biri de Osman Bey’in yönetimindeydi.

Ödünç alınmış birçok kelime olduğu gibi, on üç ve on dördüncü yüzyıllarda “Rumi” kelimesinin de başına bir şeyler geldi. Bizzat o coğrafyadaki Müslümanlar tarafından bir kimlik olarak benimsendi ya da onları tarif etmek üzere, belki önce dışarıdan gelenler onları tarif etmek için ama sonra yerli halk tarafından da kullanıldı. Mevlana Celaleddin Rumi bunun en iyi örneği. Bugün dünya sathında büyük ölçüde Rumi olarak tanınmasına rağmen, diyar-ı Rum mirasının sahipleri onu Mevlana diye adlandırmayı tercih eder, çünkü onların bildiği birçok başka Rumi vardır.

Rumi kmiliğinin ilk ortaya çıktığı yüzyılların bir özelliği, insan ve hayvan figürlerinin hem iki hem üç boyutlu eserlerde çokça kullanılmasıydı.

Batı haritacılığının on altı yüzyıldan itibaren standartlaştırdığı “üstte kuzey” konumu alıştığımız bir şey haline gelmeden önce, güneyi haritanın üst tarafında konuşlandıran haritalar yaygındı.

Anadolu” kelimesi bugün Türk ozanlarınca yazılan echt-Anadolu şiiri sayılan halk şiirinde hemen hemen hiç geçmez.

Bir halk ve bir coğrafya yüzyıllar boyu birbirleriyle karşılıklı biçimlendirmeye çalıştılar mı, önceden sadece toprak olan şey eninde sonunda vatana dönüşür.

Kendine Ait Bir Roma/Cemal Kafadar/Metis Yayıncılık